Dienstag, 11. Dezember 2012

Suriye ve AKP - Memet Kilic, MdB

Sevgili Okurlar,

yaz ayları Orta Doğu coğrafyasında sıcak gelişmelere tanık oldu. Suriye bu sıcak gelişmelerin son zamanlarda odağında bulunuyor. Bu ay derginin özel konusu kapsamında ben de gelişmeleri gerek uluslararası siyaset gerekse Türkiye’deki AKP hükümetinin açısından değerlendirmek istedim.

Müdahale etmek ya da etmemek ? Bütün mesele bu (mu)?

Suriye’de muhalifler ile Esad rejimi arasındaki çatışmalar gün geçtikçe dozunu arttırıyor. Ülke iç savaşın ateşiyle kavrulurken, gerek Almanya’da gerekse diğer Avrupa ülkelerinde askeri bir müdaheleye soğuk bakılıyor. Afganistan’da işlerin istenildiği gibi gitmemesi, Irak’a müdahalenin hem başından beri meşruiyet zemininden yoksun hem de  uzun ve kanlı bir kaosu beraberinde getirdiği düşünülürse bu isteksizlik anlamak zor değil. İç politika perspektifinden bakıldığında da  Almanya’nın  yaklaşan federal seçimleri de hesaba katarak askeri müdahale dışındaki olasılıklara yakın duruşu daha bir anlam kazanıyor.
Buna rağmen Suriye aylardır, Batı’nın iradesiyle ya da diğer bir ifadeyle iradesizliği nedeniyle yaptırım uygulayamayınca, zalim bir dikatörün nelere muktedir olduğunu olanca acımasızlığıyla gözler önüne sermiş oldu. 

Son günlerde Suriye’deki iç savaş başkent Şam’a sıçradı. Bazı uzmanlar muhaliflerin, Esad rejiminden daha geniş bir alana hakim olduklarından Suriye’de  bir dönüm noktasına varıldığını  ileri sürüyorlar. Bu iddia doğru olsa bile, çatışma, kıyım ve sürgünlerin aylarca devam edeceğinden endişe ediliyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) rakamlarına göre iç savaş şimdiye kadar 15000 kişinin ölümüne yol açarak, Rusya ve Almanya’nın vetosuna rağmen müdahale gerçekleştirilen Libya Savaşı’ndaki ölü sayısına ulaşmış oldu.  Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk’in Şubat ayında söylediği gibi “Mısır Tunus değildi; Bahreyn Mısır değildi; Yemen Bahreyn değildi; Libya Yemen değildi. Ve Suriye kesinlikle Libya değildir.”  

Yine de belirtmek gerekir, Batı, Suriye’deki gelişmeler karşısında askeri açıdan harekete geçemediyse de tamamen sessiz de kalmadı. Bir yılı aşkın bir dönemdir Batılı siyasetçiler Esad’a karşı dozu giderek artan talepleri dile getiriyorlar. Esad deyim yerindeyse bunları kaale bile almıyor. Batı’nın siyaseti bu tablo karşısında söylemde radikal, eylemde ise etkisiz bir izlenim uyandırıyor. BM’nin arabuluculuk denemeleri ise etkisiz savaş diplomasisinden öteye gidemiyor.   

Tüm bunlar Suriye’ye müdahele edilmesinin, edilmemesinden daha yerinde olacağını doğrulamıyor, tabii ki. Uluslararası askeri müdahelenin beraberinde getireceği kan ve gözyaşının yadsımak imkansız. Ne var ki hayatın acımasız gerçekleri karşısında bahanelerin hiç bir getirisi yok. Müdahele etmemekten yana tercih koyanlar, meşruiyetsiz veya beceriksizce sürdürülecek askeri bir müdahele sonucunda yaşanacak olayların aynı şekilde müdahele edilmeden de gerçekleşebileceğini göze almalılar. 


Suriye’deki çatışmanın boyutları giderek artıyor, ölü sayısı gün be gün yükseliyor. Batı’nın olayları çaresiz seyri ve BM’in bu gidişata dur demekteki işlevsizliği ise sadece diktatör Esad’a yarıyor. BM aracılığıyla bir çözüm olasılığı Çin ve Rusya’nın vetolarına takıldığından, askeri müdahelenin durumu çıkmaza sürükleyeceğini ifade eden Alman hükümeti ‘Suriye Halkları Dostları’ denilen grupla işbirliğini arttırarak tepkisini gösteriyor. Ayrıca Çin ve Rusya’nın Esad’a kol kanat germekten vazgeçmesini ve Beşşar Esad’ın uluslararası ceza mahkemesinde yargılanmasını isterken, Esad’ın, soykırım yaptığı ve savaş suçu işlediği iddiasını sıkça dile getiriyor. Türkiye kadar bölgeye yakın olmadığından da elini iyi niyet ve şiddete son verilmesini içeren mesajlardan daha öteye elini taşın altına sokmuyor. Buna iki örnek: Geçtiğimiz günlerde Yeşiller Eşbaşkanı Claudia Roth Alman hükümetine çağrıda bulunarak, Suriyeli mültecilerin ülkeye kabul edilmesini istemişti.Suriye’den gelecek olan mültecilere ise şimdilik isteksiz bir tavır sergiliyor ve mültecilerin Almanya’ya kabullerinin şu aşamada yerinde olmadığını belirterek farklı ülkelerde bulunan mültecilere parar desteğiyle yetiniyor. 

Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin geçtiğimiz günlerde bir gazeteye verdiği röportajda (Tagesspiegel, 19.08.2012) ABD ve Türkiye’nin müzakere ettikleri Suriye üzerinde olası bir uçuş yasağı seçeneğini şiddetin tüm bölgeye yayılma olasılığını karşı temkinli, hatta isteksiz değerlendiriyor. Bununla birlikte, dış güçlerin ne istediğine karşın, rejim muhaliflerinin ve oradaki halkın kendisinin ne tipte bir hükümete sahip olmayı istediklerine karar vermeleri gerçekten çok önemli bir husus. Zira tip dış kaynaklı etkiler gelişmekte olan ve dahası yeni bir takım siyasi gelişime gebe ülkelerde felakete yol açan pek çok soruna da neden olmaktadır. Suriye’de yaşayan insanlar bu nedenle nasıl yönetilmek istediklerine özgür bir biçimde karar vermeli ve onların bu kararı, dış güçlerin iradesinde ve  onların çıkarlarının sorumluluğunda olmamalıdır.

Bana çıkarını söyle sana stratejik ortağını söyleyeyim

ABD, İslami yönetimin yayılmasını baskı altına almayı istemektedir çünkü bu Soğuk Savaş döneminde komünizmin yayılmasına benzer şekilde hissedilen bir tehdittir; bu savaş Soğuk Savaşın çevreleme planına çok benzer bir şekilde ABD ve Rusya’nın arasında çıkarların yer aldığı temsili bir savaşa dönüşmekte olduğu gerçeğiyle birleşmiştir (Eric Reissler, Ağustos 2012).
Bugün ABD, Rusya, Çin, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Türkiye’nin de bir çok ülke gibi Suriye’de yatırımları bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ülkeler  Suriye’deki sivil savaşın sonucunu etkilemek için rekabet içindeler. Şuanki tabloda Esad’lı bir rejimin istikrarı yeniden temin etmesi pek gerçekçi bir beklenti değil.ABD, önce Irak ve Afganistan deneyimlerinden aldığı ders ile Suriye’de istikrarı ve laik bir rejime yakın durduğu ve. aşırı İslamcı bir rejime destek olmayacağı aşikar. Öte yandan muhalif güçlerin de yanında savaşan radikal İslamcı grupların olası bir (ki oldukça olası görünüyor) yeni rejim inşâsında çıkarlarından feragat edeceklerini beklememek gerekir. 

Türkiye’nin bölgeye olan yakınlığı nedeniyle dünya siyasetinin ağır taşları da kendisiyle yakın temasta.  ABD Başkanı Barack Obama ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki telefonlaşmalarda Suriye’deki yeni rejimin tipini konuştukları da aşikar. Aynı şekilde AB’nin itici gücü Almanya’nın Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ve Türk mevkidaşı Ahmet Davutoğlu arasında da bu konuda görüşmeler olduğu biliniyor. ABD, Suriye’de(ve aslında tüm dünyada) aşırı İslamcı yönetimlerin yayılmasını sınırlı tutmayı istemekte ve köktendinci İslamı neredeyse Soğuk Savaş dönemindeki ‘düşmanı’ komünizmin yayılmasına benzer şekilde bir tehdit olarak algılamaktadır. AKP rejimi laik unsurların varolduğu devlet rejimi içersinde ABD için en kabul edilebilir boyutu sergilemektedir. 

Almanya ise, Suudi Arabistan`ı stratejik ortak olarak görmektedir. Bu nedenle kendisini Suriye yönetiminin karşısında bulmaktadır. Bunun üç ana nedeni tanımlanabilir: Birincisi, İran ile Batının ilişkileri gerginleştiğinde, Suudi Arabistan hemen daha fazla petrol üreteceği sözünü vererek, Batının enerji korkusunu yener. İkincisi, Suudi Arabistan kendi reel korunma ihtiyacının ötesinde Almanya’dan silah satın alır (Almanya’dan 200 Leopar Tankı alma talebi, Suriye’nin karşısında ol talebidir). Üçüncüsü,  Suudi Arabistan’ın Batılı istihbarat teşkilatlarına yeterince bilgi vermesidir.

Ayrıca, Suudi Arabistan sınır polisinin eğitimini Alman polisi vermektedir. Sınır koruma teknolojisi Almanya tarafından ihraç edilmiştir. Alman polisinin maaş ödemelerinin Suudi Kral tarafından Alman-Fransız silah şirketi EADS üzerinden ödendiğinin ortaya çıkması Alman İçişleri Bakanlığı’nı bir süre zor durumda bırakmış olsa da, sonuçta değişen birşey olmamıştır. (Peter Blechschmidt, Hart an der Grenze, Süddeutsche Zeiutung, 14.07.2011).

Suudi polisinin komşu ülke Bahreyn’deki (Şii) Arap Baharı’nı ‘eğitimli’ polisleri ile kanlı bir şekilde bastırması ve muhalefetin orada hala baskı ve işkenceye mağruz kalmaları herhangi bir uluslarası protestoya neden olmamaktadır.

Almanya açısından bakıldığında konu şöyle özetlenebilir: İki demokratik olmayan rejim arasında seçim yapmak gerekirse, zengin olanı ve bizden daha fazla silah satın alanı tercih ediyoruz.
İşin bir de Türkiye’deki iç siyaset boyutu var tabii ki. Ona da aşağıda daha ayrıntılı bir biçimde değinmek istiyorum.
Kendilerine teberrükte bulunulup, gaza önderliği beşareti verilenler, bu dünyanın fırtınalarından etkilenmezler.

Torba AKP’nin Boynunda

Malatya’ya füze kalkanları kurulmasını kendi tabanına izah etme konusunda zorlanacağını bilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), gündem değiştirmek için Yahudi düşmanlığı kartını kullanıp, “Gazze’ye yardımları savaş gemileri eşliğinde göndereceğini” açıklamıştı. Bu açıklamadan bir ay sonra Gazze’ye yardım götüren bir gemi İsrail güvenlik birimleri tarafından sahile çekilince, uluslararası arenada tedirginlik hakim olmuştu. Ancak Türkiye’deki hükümetin konuyu görmezden gelmesi, tedirginliğin yerini şaşkınlığa bıraktırmıştı.

Ramazan ayında AKP’nin tabanının “Gazze’dekiler nasıl oruç açıyorlar” sorusuyla meşgul olma ihtimali göz önüne alınarak, gidiş gelişi daha sorunsuz olan Myanmar/Arakan bölgesindeki Müslümanların mağduriyeti devlet propagandasına dönüştürüldü. Vergi gelirleriyle bu alanda reklam spotları üretildi. Bu, AKP’nin siyasetini yürütürken kullandığı yöntem ve gündemi yönlendirmek için sis bombası kullanma alışkanlığı hakkında bir örnektir. 

AKP’nin bu taktiği uluslararası arenada da artık bilinmektedir. Suriye ve Türkiye’nin tavrı tartışılırken,  bir çok faktör dikkate alınmalıdır. Fikrine başvurduğum Orta Doğu uzmanları, enerji  yolları konusundaki kapışmanın yanı sıra, mezhepsel bir yaklaşıma da dikkat çekiyorlar. Ekonomist dergisinin Ağustos 2012 sayısında, T.C. Başbakanı Erdoğan’ın mezhepler konusuna kilitlendiğine haklı olarak dikkat çekiliyor.

Enerji hatlarının İran, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e inmesi ve Türkiye üzerinden Akdeniz’e inmesi alternatifleri Avrupa için tarafsızlık gerektirse de, ABD açısından anti-Amerikan Şii ekseninin kırılması önemlidir. Bu alanda AKP iki konuda çıkarlarının ABD ile uzlaştığını düşünüyor: Bir, Akdeniz’e inecek enerji hatlarında kendisine alternatif olmaması; iki, kendi aklındaki mezhep savaşını dünya gücü ABD’nin yardımı ve Suudi Arabistan ile işbirliği çerçevesinde kazanmak.  

Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak

Uzmanlar, Başbakan Erdoğan’ın tarih bilgisinin menkıbeler ile sınırlı olduğunu ve kendisini tarihte Yavuz Sultan Selim’in yerine koyduğunu söylüyorlar. Uzmanlar, Türkiye için tehlikenin tam da bu noktada olduğuna dikkat çekiyorlar. ABD’nin Irak’a girişinden kısa bir süre sonra, demir yollarının açılışını değişik mezheplerin din adamlarının katılımıyla yapması ve Irak’ın şu an fiilen üçe bölünmüş olmasının, Türkiye’nin de başına gelebileceğini vurguluyorlar.

Suriye halkının kendi kaderini tayin hakkına çok sık vurgu yapan AKP hükümetinin, Suriye’nin kuzeyindeki yoğunlaşan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkıyormuş gibi gözükmek zorunda kaldığını bildiriyorlar. Ancak ABD’nin orada da Irak’ta olduğu gibi fiili bir özerklik kurulmasına yeşil ışık yakmasına karşı koyamayacağını belirtiyorlar.

İran’a karşı Sadam Hüseyin’i ve Rusya’ya karşı Usama Bin Laden’i kullanan ABD’nin daha sonra bu unsurları ortadan kaldırdığını; aynı akıbetin şu anki AKP için de geçerli olabileceği ihtimali üzerinde duruyorlar.

Torba AKP’nin boynunda, arpayı başkası  yiyecek

Avrupa açısından bakıldığında, Avrupa’nın doğal gaz konusunda Rusya’ya bağımlılığının bitmesinin önemli olduğunu belirtiyorlar. Azerbaycan ve Orta Asya doğal gazının Türkiye veya İran-Irak-Suriye üzerinden olmasının çok şey ifade etmediği; en iyisinin her iki alternatifin paralel işlemesi olduğu yolunda hemfikirler.
ABD ve Avrupa’nın, Orta Doğu’da kendi çıkarlarını gözetmeleri son derece doğal. Ancak ABD’nin yardımıyla kendi mezhep savaşını vermeye çalışanların (AKP) evdeki bulguru heba edip, İstanbul ile sınırlı bir sultanlık ve hilafet ile yetinmeleri tehlikesi barizleşti.

Ne yapmalı?

Bu soruya yanıtlar farklılaşıyor. Ancak bir analiz kayda değer. Türkiye’nin mümkün mertebe bütünlüğü içerisinde bu beladan kurtulabilmesi için, Türkiye’deki seküler demokratlar, Aleviler ve diğer etnik ve kültürel azınlıklar ABD ile ilişkilerini geliştirmeli. AKP gibi bir parti bile ABD ile iyi ilişkiler geliştirebiliyorsa, bu sayılan unsurlar evleviyetle (haydi-haydi) bu ilişkiyi geliştirebilir. Bu analiz tartışma doğurur. ABD, AB, Rusya, Çin de bu kargaşada belirleyenlerden biri olabilmek için bir satranç oyuncusu titizliği ve hesabıyla “oyunun” içindeler. Ancak satrançta sadece bir hamle ötesini değil, birkaç hamle ötesini düşünenler kazanabilirler.



Zur Person: Memet Kilic ist Bundestagsabgeordneter für Bündnis 90/Die Grünen und als Rechtsanwalt (Avukat) in der Kanzlei Kilic & Kilic in Heidelberg tätig. 

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen