yaz ayları Orta
Doğu coğrafyasında sıcak gelişmelere tanık oldu. Suriye bu sıcak gelişmelerin
son zamanlarda odağında bulunuyor. Bu ay derginin özel konusu kapsamında ben de
gelişmeleri gerek uluslararası siyaset gerekse Türkiye’deki AKP hükümetinin
açısından değerlendirmek istedim.
Müdahale etmek ya da etmemek ? Bütün mesele bu (mu)?
Suriye’de
muhalifler ile Esad rejimi arasındaki çatışmalar gün geçtikçe dozunu
arttırıyor. Ülke iç savaşın ateşiyle kavrulurken, gerek Almanya’da gerekse diğer
Avrupa ülkelerinde askeri bir müdaheleye soğuk bakılıyor. Afganistan’da işlerin
istenildiği gibi gitmemesi, Irak’a müdahalenin hem başından beri meşruiyet
zemininden yoksun hem de uzun ve kanlı
bir kaosu beraberinde getirdiği düşünülürse bu isteksizlik anlamak zor değil.
İç politika perspektifinden bakıldığında da
Almanya’nın yaklaşan federal
seçimleri de hesaba katarak askeri müdahale dışındaki olasılıklara yakın duruşu
daha bir anlam kazanıyor.
Buna rağmen Suriye
aylardır, Batı’nın iradesiyle ya da diğer bir ifadeyle iradesizliği nedeniyle
yaptırım uygulayamayınca, zalim bir dikatörün nelere muktedir olduğunu olanca
acımasızlığıyla gözler önüne sermiş oldu.
Son günlerde
Suriye’deki iç savaş başkent Şam’a sıçradı. Bazı uzmanlar muhaliflerin, Esad rejiminden
daha geniş bir alana hakim olduklarından Suriye’de bir dönüm noktasına varıldığını ileri sürüyorlar. Bu iddia doğru olsa bile,
çatışma, kıyım ve sürgünlerin aylarca devam edeceğinden endişe ediliyor.
Birleşmiş Milletler’in (BM) rakamlarına göre iç savaş şimdiye kadar 15000
kişinin ölümüne yol açarak, Rusya ve Almanya’nın vetosuna rağmen müdahale
gerçekleştirilen Libya Savaşı’ndaki ölü sayısına ulaşmış oldu. Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri
Robert Fisk’in Şubat ayında söylediği gibi “Mısır Tunus değildi; Bahreyn Mısır
değildi; Yemen Bahreyn değildi; Libya Yemen değildi. Ve Suriye kesinlikle Libya
değildir.”
Yine de belirtmek
gerekir, Batı, Suriye’deki gelişmeler karşısında askeri açıdan harekete
geçemediyse de tamamen sessiz de kalmadı. Bir yılı aşkın bir dönemdir Batılı
siyasetçiler Esad’a karşı dozu giderek artan talepleri dile getiriyorlar. Esad
deyim yerindeyse bunları kaale bile almıyor. Batı’nın siyaseti bu tablo
karşısında söylemde radikal, eylemde ise etkisiz bir izlenim uyandırıyor. BM’nin
arabuluculuk denemeleri ise etkisiz savaş diplomasisinden öteye gidemiyor.
Tüm bunlar
Suriye’ye müdahele edilmesinin, edilmemesinden daha yerinde olacağını
doğrulamıyor, tabii ki. Uluslararası askeri müdahelenin beraberinde getireceği
kan ve gözyaşının yadsımak imkansız. Ne var ki hayatın acımasız gerçekleri
karşısında bahanelerin hiç bir getirisi yok. Müdahele etmemekten yana tercih
koyanlar, meşruiyetsiz veya beceriksizce sürdürülecek askeri bir müdahele
sonucunda yaşanacak olayların aynı şekilde müdahele edilmeden de
gerçekleşebileceğini göze almalılar.
Suriye’deki
çatışmanın boyutları giderek artıyor, ölü sayısı gün be gün yükseliyor.
Batı’nın olayları çaresiz seyri ve BM’in bu gidişata dur demekteki işlevsizliği
ise sadece diktatör Esad’a yarıyor. BM aracılığıyla bir çözüm olasılığı Çin ve
Rusya’nın vetolarına takıldığından, askeri müdahelenin durumu çıkmaza
sürükleyeceğini ifade eden Alman hükümeti ‘Suriye Halkları Dostları’ denilen
grupla işbirliğini arttırarak tepkisini gösteriyor. Ayrıca Çin ve Rusya’nın
Esad’a kol kanat germekten vazgeçmesini ve Beşşar Esad’ın uluslararası ceza
mahkemesinde yargılanmasını isterken, Esad’ın, soykırım yaptığı ve savaş suçu
işlediği iddiasını sıkça dile getiriyor. Türkiye kadar bölgeye yakın
olmadığından da elini iyi niyet ve şiddete son verilmesini içeren mesajlardan
daha öteye elini taşın altına sokmuyor. Buna iki örnek: Geçtiğimiz günlerde
Yeşiller Eşbaşkanı Claudia Roth Alman hükümetine çağrıda bulunarak, Suriyeli
mültecilerin ülkeye kabul edilmesini istemişti.Suriye’den gelecek olan
mültecilere ise şimdilik isteksiz bir tavır sergiliyor ve mültecilerin
Almanya’ya kabullerinin şu aşamada yerinde olmadığını belirterek farklı
ülkelerde bulunan mültecilere parar desteğiyle yetiniyor.
Almanya Dışişleri Bakanı
Westerwelle’nin geçtiğimiz günlerde bir gazeteye verdiği röportajda
(Tagesspiegel, 19.08.2012) ABD ve Türkiye’nin müzakere ettikleri Suriye
üzerinde olası bir uçuş yasağı seçeneğini şiddetin tüm bölgeye yayılma
olasılığını karşı temkinli, hatta isteksiz değerlendiriyor. Bununla birlikte,
dış güçlerin ne istediğine karşın, rejim muhaliflerinin ve oradaki halkın
kendisinin ne tipte bir hükümete sahip olmayı istediklerine karar vermeleri
gerçekten çok önemli bir husus. Zira tip dış kaynaklı etkiler gelişmekte olan
ve dahası yeni bir takım siyasi gelişime gebe ülkelerde felakete yol açan pek
çok soruna da neden olmaktadır. Suriye’de yaşayan insanlar bu nedenle nasıl
yönetilmek istediklerine özgür bir biçimde karar vermeli ve onların bu kararı,
dış güçlerin iradesinde ve onların çıkarlarının
sorumluluğunda olmamalıdır.
Bana çıkarını söyle sana stratejik ortağını söyleyeyim
ABD, İslami
yönetimin yayılmasını baskı altına almayı istemektedir çünkü bu Soğuk Savaş
döneminde komünizmin yayılmasına benzer şekilde hissedilen bir tehdittir; bu
savaş Soğuk Savaşın çevreleme planına çok benzer bir şekilde ABD ve Rusya’nın
arasında çıkarların yer aldığı temsili bir savaşa dönüşmekte olduğu gerçeğiyle
birleşmiştir (Eric Reissler, Ağustos 2012).
Bugün ABD, Rusya,
Çin, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Türkiye’nin de bir çok ülke gibi Suriye’de
yatırımları bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ülkeler Suriye’deki sivil savaşın sonucunu etkilemek
için rekabet içindeler. Şuanki tabloda Esad’lı bir rejimin istikrarı yeniden
temin etmesi pek gerçekçi bir beklenti değil.ABD, önce Irak ve Afganistan
deneyimlerinden aldığı ders ile Suriye’de istikrarı ve laik bir rejime yakın
durduğu ve. aşırı İslamcı bir rejime destek olmayacağı aşikar. Öte yandan
muhalif güçlerin de yanında savaşan radikal İslamcı grupların olası bir (ki
oldukça olası görünüyor) yeni rejim inşâsında çıkarlarından feragat
edeceklerini beklememek gerekir.
Türkiye’nin bölgeye
olan yakınlığı nedeniyle dünya siyasetinin ağır taşları da kendisiyle yakın
temasta. ABD Başkanı Barack Obama ve
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki telefonlaşmalarda Suriye’deki
yeni rejimin tipini konuştukları da aşikar. Aynı şekilde AB’nin itici gücü
Almanya’nın Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ve Türk mevkidaşı Ahmet
Davutoğlu arasında da bu konuda görüşmeler olduğu biliniyor. ABD, Suriye’de(ve
aslında tüm dünyada) aşırı İslamcı yönetimlerin yayılmasını sınırlı tutmayı istemekte
ve köktendinci İslamı neredeyse Soğuk Savaş dönemindeki ‘düşmanı’ komünizmin
yayılmasına benzer şekilde bir tehdit olarak algılamaktadır. AKP rejimi laik
unsurların varolduğu devlet rejimi içersinde ABD için en kabul edilebilir
boyutu sergilemektedir.
Almanya ise, Suudi
Arabistan`ı stratejik ortak olarak görmektedir. Bu nedenle kendisini Suriye
yönetiminin karşısında bulmaktadır. Bunun üç ana nedeni tanımlanabilir:
Birincisi, İran ile Batının ilişkileri gerginleştiğinde, Suudi Arabistan hemen
daha fazla petrol üreteceği sözünü vererek, Batının enerji korkusunu yener.
İkincisi, Suudi Arabistan kendi reel korunma ihtiyacının ötesinde Almanya’dan silah
satın alır (Almanya’dan 200 Leopar Tankı alma talebi, Suriye’nin karşısında ol
talebidir). Üçüncüsü, Suudi Arabistan’ın
Batılı istihbarat teşkilatlarına yeterince bilgi vermesidir.
Ayrıca, Suudi
Arabistan sınır polisinin eğitimini Alman polisi vermektedir. Sınır koruma
teknolojisi Almanya tarafından ihraç edilmiştir. Alman polisinin maaş
ödemelerinin Suudi Kral tarafından Alman-Fransız silah şirketi EADS üzerinden
ödendiğinin ortaya çıkması Alman İçişleri Bakanlığı’nı bir süre zor durumda bırakmış
olsa da, sonuçta değişen birşey olmamıştır. (Peter Blechschmidt, Hart an der
Grenze, Süddeutsche Zeiutung, 14.07.2011).
Suudi polisinin
komşu ülke Bahreyn’deki (Şii) Arap Baharı’nı ‘eğitimli’ polisleri ile kanlı bir
şekilde bastırması ve muhalefetin orada hala baskı ve işkenceye mağruz kalmaları
herhangi bir uluslarası protestoya neden olmamaktadır.
Almanya açısından
bakıldığında konu şöyle özetlenebilir: İki demokratik olmayan rejim arasında
seçim yapmak gerekirse, zengin olanı ve bizden daha fazla silah satın alanı
tercih ediyoruz.
İşin bir de
Türkiye’deki iç siyaset boyutu var tabii ki. Ona da aşağıda daha ayrıntılı bir
biçimde değinmek istiyorum.
Kendilerine
teberrükte bulunulup, gaza önderliği beşareti verilenler, bu dünyanın
fırtınalarından etkilenmezler.
Torba AKP’nin Boynunda
Malatya’ya füze
kalkanları kurulmasını kendi tabanına izah etme konusunda zorlanacağını bilen Adalet
ve Kalkınma Partisi (AKP), gündem değiştirmek için Yahudi düşmanlığı kartını
kullanıp, “Gazze’ye yardımları savaş gemileri eşliğinde göndereceğini”
açıklamıştı. Bu açıklamadan bir ay sonra Gazze’ye yardım götüren bir gemi
İsrail güvenlik birimleri tarafından sahile çekilince, uluslararası arenada
tedirginlik hakim olmuştu. Ancak Türkiye’deki hükümetin konuyu görmezden
gelmesi, tedirginliğin yerini şaşkınlığa bıraktırmıştı.
Ramazan ayında
AKP’nin tabanının “Gazze’dekiler nasıl oruç açıyorlar” sorusuyla meşgul olma
ihtimali göz önüne alınarak, gidiş gelişi daha sorunsuz olan Myanmar/Arakan
bölgesindeki Müslümanların mağduriyeti devlet propagandasına dönüştürüldü.
Vergi gelirleriyle bu alanda reklam spotları üretildi. Bu, AKP’nin siyasetini
yürütürken kullandığı yöntem ve gündemi yönlendirmek için sis bombası kullanma
alışkanlığı hakkında bir örnektir.
AKP’nin bu taktiği uluslararası
arenada da artık bilinmektedir. Suriye ve Türkiye’nin tavrı tartışılırken, bir çok faktör dikkate alınmalıdır. Fikrine
başvurduğum Orta Doğu uzmanları, enerji
yolları konusundaki kapışmanın yanı sıra, mezhepsel bir yaklaşıma da
dikkat çekiyorlar. Ekonomist dergisinin Ağustos 2012 sayısında, T.C. Başbakanı
Erdoğan’ın mezhepler konusuna kilitlendiğine haklı olarak dikkat çekiliyor.
Enerji hatlarının
İran, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e inmesi ve Türkiye üzerinden Akdeniz’e
inmesi alternatifleri Avrupa için tarafsızlık gerektirse de, ABD açısından anti-Amerikan
Şii ekseninin kırılması önemlidir. Bu alanda AKP iki konuda çıkarlarının ABD
ile uzlaştığını düşünüyor: Bir, Akdeniz’e inecek enerji hatlarında kendisine
alternatif olmaması; iki, kendi aklındaki mezhep savaşını dünya gücü ABD’nin
yardımı ve Suudi Arabistan ile işbirliği çerçevesinde kazanmak.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak
Uzmanlar, Başbakan
Erdoğan’ın tarih bilgisinin menkıbeler ile sınırlı olduğunu ve kendisini
tarihte Yavuz Sultan Selim’in yerine koyduğunu söylüyorlar. Uzmanlar, Türkiye
için tehlikenin tam da bu noktada olduğuna dikkat çekiyorlar. ABD’nin Irak’a
girişinden kısa bir süre sonra, demir yollarının açılışını değişik mezheplerin
din adamlarının katılımıyla yapması ve Irak’ın şu an fiilen üçe bölünmüş
olmasının, Türkiye’nin de başına gelebileceğini vurguluyorlar.
Suriye halkının
kendi kaderini tayin hakkına çok sık vurgu yapan AKP hükümetinin, Suriye’nin
kuzeyindeki yoğunlaşan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı
çıkıyormuş gibi gözükmek zorunda kaldığını bildiriyorlar. Ancak ABD’nin orada
da Irak’ta olduğu gibi fiili bir özerklik kurulmasına yeşil ışık yakmasına
karşı koyamayacağını belirtiyorlar.
İran’a karşı Sadam
Hüseyin’i ve Rusya’ya karşı Usama Bin Laden’i kullanan ABD’nin daha sonra bu
unsurları ortadan kaldırdığını; aynı akıbetin şu anki AKP için de geçerli
olabileceği ihtimali üzerinde duruyorlar.
Torba AKP’nin boynunda, arpayı başkası yiyecek
Avrupa açısından
bakıldığında, Avrupa’nın doğal gaz konusunda Rusya’ya bağımlılığının bitmesinin
önemli olduğunu belirtiyorlar. Azerbaycan ve Orta Asya doğal gazının Türkiye
veya İran-Irak-Suriye üzerinden olmasının çok şey ifade etmediği; en iyisinin
her iki alternatifin paralel işlemesi olduğu yolunda hemfikirler.
ABD ve Avrupa’nın,
Orta Doğu’da kendi çıkarlarını gözetmeleri son derece doğal. Ancak ABD’nin
yardımıyla kendi mezhep savaşını vermeye çalışanların (AKP) evdeki bulguru heba
edip, İstanbul ile sınırlı bir sultanlık ve hilafet ile yetinmeleri tehlikesi
barizleşti.
Ne yapmalı?
Bu soruya yanıtlar
farklılaşıyor. Ancak bir analiz kayda değer. Türkiye’nin mümkün mertebe
bütünlüğü içerisinde bu beladan kurtulabilmesi için, Türkiye’deki seküler
demokratlar, Aleviler ve diğer etnik ve kültürel azınlıklar ABD ile
ilişkilerini geliştirmeli. AKP gibi bir parti bile ABD ile iyi ilişkiler
geliştirebiliyorsa, bu sayılan unsurlar evleviyetle (haydi-haydi) bu ilişkiyi
geliştirebilir. Bu analiz tartışma doğurur. ABD, AB, Rusya, Çin de bu kargaşada
belirleyenlerden biri olabilmek için bir satranç oyuncusu titizliği ve
hesabıyla “oyunun” içindeler. Ancak satrançta sadece bir hamle ötesini değil,
birkaç hamle ötesini düşünenler kazanabilirler.
Zur Person: Memet Kilic ist Bundestagsabgeordneter für Bündnis 90/Die Grünen und als Rechtsanwalt (Avukat) in der Kanzlei Kilic & Kilic in Heidelberg tätig.
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen